Her yer kadın, her yer seks*
1986 yılında uzay mekiği Challenger atmosferi terk edemeden havada infilak etmiş, beş erkek ve iki kadından oluşan mürettebattan kurtulan olmamıştı. Türkiye’deki bazı çevreler bu hazin olayı “Uzayda ilk kez seks yapmayı deneyeceklerdi, Allah cezalarını verdi” yorumuyla karşılamıştı. Velev ki amaç bu olsun, muhafazakar kesim uzayda seks yapmanın neticesine neden bu cezayı uygun görmüştü, bugün bile aklım ermiyor.
Oysa ilk Amerikalı kadın astronot Sally Ride 1984 yılında dört erkekle birlikte uzaya gönderilmiş, ekip de sağ salim dünyaya dönmeyi başarmıştı. Geçtiğimiz yıl yaşamını yitiren Ride, NASA’nın uzay araştırmalarında etkin rol üstlenmiş üst düzey bir bilim insanıydı.
Amerikan basını, Erkekler kulübüne giren ilk kadın olması nedeniyle o dönemde astronota yoğun ilgi göstermiş ve “uzaya giden ilk kadın olmak nasıl bir duygu”, “uzayda regl sürecinin nasıl yaşanacağı”, “sutyen takıp takmayacağı”, “makyaj yapıp yapmayacağı” gibi sorularla üstüne gitmişti. Ride ise her seferinde kendisinin bir uzay fizikçisi olduğunun altını çizerek, ekipteki diğer üyelerden farklı olmadığını, bilimsel bir amaçla ekipte yer aldığını hatırlatarak, soruları sükûnetle karşılamayı başarmıştı. Ride’ın kadın olduğu için böylesi manasız sorulara maruz kalmış olması o yıllarda ve sonrasında yoğun olarak tartışma konusu oldu. Artık, günümüz Amerika’sında benzeri bir durumda bir kadına böylesi sorular yöneltilmesi, bu tartışma ve eleştiriler sayesinde çok daha zor.
Türk basını ise haberi “Kadın astronot uzayda sutyensiz dolaşacak” başlığı ile sunmayı uygun görmüştü. Astronot hakkında toplumu bilgilendirmeyi seçtiği ikinci önemli husus ise, Ride’a güya yöneltilen “uzay gemisinde erkek ekip arkadaşlarına yemek pişirip pişirmeyeceği” sorusuydu. Bu soru sayesinde uzay fizikçisinin ekipteki görev dağılımının mutfak olmadığını da öğrenmiş bulunuyorduk; yer çekimi olmadığı için sutyen desteği olmasa da göğüslerinin sarkmayacağını öğrenmenin ferahlığıyla birlikte.
Erkek olmanın
dayanılmaz basitliği
Belki 1980’lerin Türkiye’si toplumsal cinsiyetten
bihaberdi ancak, geçen otuz beş yılın ardından toplumumuzun kadına bakışında
değişen bir şey yok. Hele de erkek
egemenliği pekiştiren söylemlerin ardı arkası kesilmediği şu günlerde alınmış
sınırlı yol bile dümdüz edilmek isteniyor. Kadınların yaşam biçimleri,
kariyerleri, bedenleri üzerinde fikir beyan eden, gündemi kendine oyuncak etmiş
başbakan ve onu savunmak adına seferber olanlar açılan gediği derinleştirmeye devam
ediyorlar.
Bir kesim için kadın, erkeğin kendi nefsiyle imtihanı
olarak görüldüğünden kadın bacılaştırılarak, analaştırılarak “zararsız” bir
form içinde tektipleştiriliyor. Ancak erkeğin bastırılmış nefsinde büyüyen
canavar hor görme, aşağılama, taciz, şiddet ya da tecavüz olarak kız çocukları
ve kadınlara gerçek yüzünü gösteriyor.
Helal oy
Kadın ve erkeğin bir araya gelme koşulları ahlak ve inanç
normlarıyla çerçevelenip, alternatifi düşünülemeyen bir yaşam biçimi içinde,
erkek kadının durması, doğurması, oturması, sevişmesi, kalkması gereken
yer zaman, ve şekle karar vermeye devam
ediyor. Yaratılmak istenen “helal toplum”a tehdit olarak görülen kadın biraz
“özgürse” fuhuş öznesi olarak görülüyor.
Başbakanın kızlı-erkekli çıkışının ardında da aynı
mesele, yani kadın kavramıyla bir türlü barışamamış adem olmak yatıyor.
Başbakan öğrencinin kadın olma “ihtimalini” bile sevemiyor, kabullenemiyor.
Ülkeyi meslek lisesi kıvamında üniversitelerle donatan Erdoğan ağacı yaşken
eğmek istiyor. Yaşlandıkça gençlik günlerine, Milli Görüş’üne öykünüyor.
Ötekilerden beslenmek değil, ötekilerden kurtulmak, onları kendi çizgisine
çekmek istiyor. Seçime, tabana değil, kendi toplumsal düşüne oynuyor.
Neticede uzay mekiğinden öğrenci evine değişen bir şey
yok. Kadınla erkeğin kapalı bir mekanda bir araya gelmesinden “karışık”
anlamlar çıkarmayı başaran bir toplumumuz varken Başbakan ne yapsın? Bir yandan
hazır tesisin üzerine düşlediği toplumu inşa etmeye çalışırken, bir yandan da
sandığa gidecekleri helalleştirmeye çalışıyor.
Velev ki Kadın...
Erdoğan’ın Gezi’ye karşı icat ettiği sihirli panzehrin
bileşenleri; içki (cami içinde), başörtüsü, faiz lobisi. Bu aslında siyasette
hemen her zaman işe yarayan ve nesilden nesile aktarılan bir tür “kocakarı”
ilacı. Formülün bileşenlerinin her biri hassas noktalara dokunan, özenle
seçilmiş içeriklerden oluşuyor. Ancak içlerinden bir tanesi var ki, toplumsal
bir açmazı beslemenin ötesinde, oldukça kişisel, çok daha mahrem bir yere denk
geliyor, o da başörtüsü.
Geçtiğimiz haftadan bu yana en fazla konuşulan konuların
başında Gezi eylemleri sırasında Kabataş’ta başörtülü olduğu için bir kadının
saldırıya uğraması geliyor. Evet, başörtüsü Türkiye’nin yıllardır tartıştığı
önemli, toplumsal bir mesele. Ancak konu birey özelindeyse, bir kadın başörtüsü
taktığı için taciz ediliyor ve şiddete uğruyorsa olayın özünden soyutlanıp
siyasi amaçlarla toplumsallaştırılması anlaşılır gibi değil. Kabataş’taki olayı
sürekli olarak gündeme getirmek, saldırıya uğrayan kişinin duygularını,
kendinden söz edilen her konuşma sırasında neler hissedebileceğini yok saymak,
söz konusu kişiyi seçim yatırımının parçası olarak kullanmak Kabataş’ta bu
saldırıyı gerçekleştirenlere suç ortaklığı yapmak değil midir?
Diyelim ki
başbakan iyi niyetli, kadına şiddet konusunda berbat bir karneye sahip olan
Türkiye gerçeğiyle tek tek ilgilenme kararı aldı. Biliyor mu ki; sadece Haziran
ayında erkekler 15 kadın öldürdü, 16 kadın ve kız çocuğuna tecavüz etti, 19
kadını yaraladı, 18 kadına cinsel tacizde bulundu. Diyelim ki ilginiz sadece
Gezi’yle sınırlı; Kabataş’ta göstericilerin tacizine uğrayan başörtülü kadın
gibi devletin polisi tarafından tacize uğrayan “öteki” kadınları da dert
ediniyor musunuz sayın Başbakan?
Kadını başörtüsüyle tamamlanan bir varlık, başörtüsü de o
varlığın en hayati organı olarak göstermek egemen erkeklere ilişkin yüzlerce
yıllık bir sorun. Kadın başörtüsüyle olan içsel ilişkisini kendi kurup
tanımlamadığı sürece bu konuda tam anlamıyla bir özgürlükten söz edilemez. Her
konuşmasında Kabataş’taki olaya değinen, başörtüsü vurgusu yapan Erdoğan,
CHP’nin Kemalist reflekslerle tekrarladığı türbanın siyasi bir sembol olduğu
argümanını destekliyor. Hal böyle olunca Erdoğan aslında başörtüsüne inanç
özgürlüğü çerçevesinde bakan tabanına ihanet ediyor. Dikkat edin, hemen her gün
meseleye ilişkin yaptığı konuşmalarda başörtüsü takanlardan çok onların
sevgilileri, eşlerine ve babalarına hitap ediyor gibi.
Başörtüsünün özgürlüğünü savunan muhafazakar kadın
yazarlar bu mesele özelinde bile başbakanı eleştiremiyor, başörtüsü özgürlüğünü
siyaseten kullanan bir “erkek”ten medet ummaya devam ediyorlar. Neyse ki
Kabataş’taki tacizi protesto etmek adına Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar’ın
çağrısıyla Gümüşsuyu’ndan Kabataş’a yürüyen kalabalığa feminist ve sosyalist
kadınlar da destek vermişti. Geçtiğimiz hafta ise meselenin bir kadın meselesi
olduğunun altını çizen bir imza kampanyası başlatıldı. Başörtüsüz kadınlar,
başörtülü kadınların kamu hizmetlerinde görev alma, başta milletvekilliği olmak
üzere merkezi ve yerel yönetimlere seçilme haklarının önündeki her türlü yasal
ve yasal olmayan engelin ortadan kaldırılmasını “Erteleme Değil, Çözüm
İstiyoruz” sloganıyla talep ediyorlar.
Erdoğan gerçekte ne tacizi önemsiyor ne de başörtüsünün
özgürlüğü peşinde. Amacı laikler ve dindarlar arasında süregelen sorunun
gündemde kalmasını sağlayarak kendi iktidar alanını bu ve benzeri uyuşmazlık
zeminleri üzerinde inşa etmek. Önümüz seçim dönemi, işte bu yüzden bozuk plak
başörtüsü, cami, içki, faiz ve daha nicelerini çokça çalmaya devam edecek.
Domuzlar ve Kadınlar
İngiliz
bir meslektaşım resmi dini İslam olan Sudan’daki etnik kabilelerden biri olan
Mesakinler üzerine yaptığı araştırmada domuz ve sığır kemiklerinin kabile halkı
tarafından ayrı yerlere atılmakta olduğunu fark etmişti. Kabilenin kadim
kurallarına göre domuzlarla kadınlar, sığırlarla ise erkekler ilgilenmek
zorundaydı. Bu keskin ayrımın nedeni
kadınların âdet görmeleri ile domuzların kendi pisliklerini yemeleri arasında
topluluğun kurduğu “temizlik” ilişkisiydi. Domuz ve sığırlar ayrı yerlerde tutuluyordu,
çünkü domuzun sığırı kirlettiğine inanılıyordu. Aynı bağlamda kadınlar da âdet
dönemlerinde erkeklerden ayrı bir yerde bulunmak, yemeklerini orada yemek
zorunda bırakılıyorlardı.
Malum,
İslam da domuzu yasaklamıştır. Kazara domuz yeme ihtimali nedeniyle Avrupa’ya
gidip de aç kalan yurttaşlarımızın Hristiyanların sadece domuz yediklerine olan
yaygın inancı tıpkı Mesakinler’in kirli/temiz üzerinden kurduğu ilişkiye
benzer. “Domuz yiyen eşini kıskanmaz” başta olmak üzere domuz üzerinden
türetilmiş türlü aforizma vardır.
Anadolu’da
evcilleştirilmiş bir hayvan olan domuz, zaman içinde uzak durulması gereken,
insanı dinden çıkaracak bir memeliye dönüştürülmüştür. Memeli dendiğinde
toplumumuzun aklına gelen ilk canlı olan kadınlar ise “fıtratı” sebebiyle
başına gelmedik kalmayan başka bir türdür. Nitekim, aslında Antropologların
ilgi alanına giren ilkel bir kabile olan Mesakinler’in adetlerini bana
hatırlatan geçen gün Ali Bulaç’ın kadınların fıtratına ilişkin yaptığı “analiz”
oldu.
Sonsuzluğun peşindeki aç
Çok
sevdiği fıtrat kavramından ilerleyerek “erkeğin fıtratında sonsuz kadın vardır,
kadının ise fıtratı tektir” diyen Bulaç’ın, sonu olmayan arzularının ne ciddiye
alınacak ne de bizi uzun uzadıya ilgilendirecek bir tarafı var elbette. Ancak
yaptığı bu açıklamalardan “Sosyolog” Ali Bulaç’ın İslam ilmihaliyle
ilgilenmekten toplumsal cinsiyete ilişkin literatüre vakit ayırmaya hali
kalmadığını anlayabiliyoruz. Fakat kendisinin kadın “doğasına” benim diyen
kadından daha hakim olduğu da şüpheye yer bırakmıyor. Ali Bulaç’ın engin
bilgileri, milyarlarca kadının cinsel davranışını şahsi algısına indirgemenin
yanı sıra, kimin feminist kimin Müslüman olduğunu belirlemeye kadar da
gidebiliyor.
Sadece
Bulaç değil, Erdoğan da kadının asli görevlerinin çocuk doğurmak, kocasına eş olmak
ve ailenin birliğini korumak olduğu kanaatinde olsa gerek. Nitekim
kabinelerinde kadına değer görülen yegane bakanlık Aile Sosyal Politikalar
Bakanlığı. Yine fıtrat gereği, Erdoğan yeni evlenen futbolcu Burak Yılmaz’a
“senden hattrick bekliyorum” diyebiliyor. Burak Yılmaz’ın mutlu mutlu bu parlak
fikri paylaşması ise bir başka yazı konusu olsun.
Görünen
esas mesele ise başörtü mevzuunun Müslüman erkekler için inanç özgürlüğü
bağlamına oturamıyor olması. Çünkü kadın siyasi araç olarak kullanılarak
nesneleştiriliyor. Meselenin özünde erkeğin kadını nasıl ve nerede görmek
istediği gerçeği var. Bu yüzden “pembe otobüs” talebine ilişkin basın
toplantısında sözcülüğü bir erkek yapıyor. Bu yüzden kendini bilmez biri,
plajın birinde kadınların ne yapması gerektiğine ilişkin bildiri dağıtabiliyor.
Kadının Tadı Yok
Kadına ne
yapması, nasıl yapması gerektiğini tebliğ eden, sınırlarını erkek egemenlerin
belirlediği ahlak örüntüsü içine hapsederek, bu normları “fıtrat” adı altında
sunup, tartışmaya kapatan zihniyeti daha ağır eleştireceğim de, konu yine döner
ve başörtülü kadın aday desteklediğim için Ali Bulaç’ın hanımlarının aile
görevlerini yerine getirmelerini engelleyen batıcı, dogmatik, darbeci olarak
yaftalanırım diye çekiniyorum. Varsın, bir sürü yetenekli, becerikli, zeki
kadın fıtratları ve tek kocaları ile köşelerine çekilip evlerinde otursunlar.
Anlayacağınız erkek olmasa kadının sadece adı değil tadı da yok,
kadına tat veren erkeğin doğasındaki sonsuz hakkı.
* BirGün gazetesinde farklı zamanlarda yayınlanan yazılar...